Uzun yıllardır bir yabancı dil eğitimcisi ve mesleğine âşık biri olarak, ilk yazımda aslında önce dilin bize nelerden bahsettiğini, evrendeki bizlere neler sunduğunu paylaşmak istedim. Dilin hem yazılı, hem sözlü, farkında olmasak ta hem görsel hem de işitsel boyutları ile yeryüzündeki milyarlarca insan birbirleriyle ve çevreleriyle iletişim kurmaya devam etmekte. Duygu, düşünce ve gözlemlerimizi iletebilmek için sürekli zenginleşen bu araca her geçen gün biraz daha fazla ihtiyaç duymaktayız bence. O zaman kullandığımız bu aracın direksiyonunda bizler varsak onu başka yönleriyle de tanımak gerekmez mi?
Peki, nedir dil? Bu üç harf ve tek heceden oluşan kelime aslında ne ifade ediyor? En genel tanımıyla, dil veya “lisan”, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir araç, kendisine özgü kuralları olan ve ancak bu kurallar içerisinde gelişen canlı bir varlık, temeli tarihin bilinmeyen dönemlerinde atılmış bir gizli anlaşmalar düzeni, seslerden örülmüş toplumsal bir kurum olarak çıkıyor karşımıza.
Eğer dil sadece dil bilgisi kurallarından oluşan bir duruma indirgenirse soyut, anlamsız, işlevsiz ve günlük hayatta karşılığı olmayan harf kümelerine dönüşür. Hâlbuki dil dediğimiz olgu aslında sadece kelimeler ve kurallar dizisinden oluşmaz, bunun dışında birçok öğeyi de kucaklayarak kültür ile iç içe şekillenir. Belki de, kültürü bir milleti öteki milletlerden ayıran yaşayış tarzı, o millete has duygu ve düşünce birliğinin oluşturduğu ortak ruh olarak tanımlarsak dil ile olan etkileşimini anlayabilmemiz daha kolay olacaktır. Bir ulusun diliyle, kültürü arasındaki bağlar öylesine sıkıdır ki, yalnızca dil varlığının incelenmesiyle bir ulusun yaşayış biçimi, inanç ve gelenekleri, çeşitli nitelikleri ve tarih boyunca içinde bulunduğu kültür hareketleri konusunda bilgi edinebiliriz. Dil, bir toplumun kültürünün en başta gelen öğesidir tartışmasız. Türkçede akrabalık bildiren isimlerin fazla olması, Japoncada saygı ve statü bildiren hitap sözlerinin çok çeşitli ve kendi içinde özel bir sisteme sahip olması gibi örnekler toplumsal yaşam biçiminin ve kültürel öğelerin dile yansıyanlarından sadece birkaçıdır. Farklı bir ülkede yaşamaya başladığınızda, belli bir süre sonra insanların giyinme ve yemek alışkanlıklarından, farklı durumlar karşısında gösterdikleri tepkilere, görüşlerini açıklama tarzlarından, selamlaşma şekillerinden dakiklik beklentilerine kadar birçok konuda çok farklı olduklarını gözlemleyebilirsiniz. İtalyanlar (özellikle Napolitalanlar) her ne kadar buluşma saatini kendileri belirleyip geç kaldıklarında sizi suçlasalar da… Demek ki dil bize ne kadar çok şey anlatabiliyor görmeyi biliyorsak eğer.
Ünlü Çin bilgini Konfüçyüs’e soruyorlar: "Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsanız, ilk ne yaparsınız, ilk iş ne yaparsınız?" Konfüçyüs diyor ki "İlk dilden başlarım." Şaşırıyor herkes. "Ya bunca kargaşa var, bunca iş varken dilden mi başlarsın?" "Evet, dilden." diyor. "Çünkü dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatmaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz, görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir." İşte bu noktada aslında dilin ulus yaşamındaki önemini özlü biçimde ne kadar da güzel ifade etmektedir Konfüçyüs. Bence biraz bu dil konusu üzerinde düşünmeliyiz. Düşünmeliyiz ve ne çıkarımlarda bulunabileceğimizi tartışmalıyız, böylelikle farklılıklarımızı daha iyi yorumlayabilir daha etkili iletişimler kurabiliriz diyorum.
İnsanoğlunun elinde şu ana kadar sahip olduğu en güçlü silahın dil ve iletişim olduğunu bir gün gerçekten idrak edebilmesi ve bunu hakkıyla kullanarak koruyabilmesi dileklerimle…