Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır. Hatta; çoğu zaman, farkında olmadan bunu yaşarız, kimi zaman da, kabullenme sanatını öğretiriz kendimize. Ve en önemlisi de; içine düştüğümüz durumun farkına vardığımız halde, gerçeklerle yüzleşecek cesareti bir türlü bulamayız kendimizde. Çünkü körler memleketinde görmenin bir hastalık olduğunu düşünürüz hep. Ama boş vermişlikle de yaşanmaz bu dünya da…Sorumluluklarımız var zira. Gelecek nesle, üzerine titrenen ihtiyaçlarının karşılanmasına çaba gösterilen, hangi okula gideceğinden, ne giyeceğine kadar sayısız konuda gözetimimiz altında olan çocuklarımıza karşı sorumluluklarımız. Pedagog değilim. Amacım, felaket tellallığı yapmak da değil, sadece kendimce iyi bir çocukluk dönemi geçirmiş, aynı zaman da iki çocuk annesi olarak doktorluk kimliğimle yaklaşacağım konuya.
Bana ait bir dünyaydı o, kimsenin bilmediği. Her şey oyuncaktı o zamanlar. Bahçelerde sokaklarda bulduğumuz doğal malzemeler dayanılmaz bir biçimde ilgimizi çekerdi. Bunlarla oynayarak sınır tanımaz hayal gücüyle yaratıcılığımızı keşfederdik. Çaput bezinden toplar, bebekler, telden arabalar, gazoz kapaklarından fırıldaklar, kağıttan gemiler, uçaklar, uçurtmalar yapardık. Zaten pek oyuncak da yoktu ya.. Misket, seksek, yakar top, saklambaç ve körebe gibi oyunlar oynardık. Arkadaşlarım vardı, hem de pek çok. Gülgün, Fatma, Nasibe, Dündar ve daha niceleri…Komşuların çocuklarıydı hepsi. Komşuluk vardı çünkü. Necla Teyze, Dudu Teyze, Nurten Teyze, Hasan Amca, İzzet Amca…İşte bizim mahalle. Daha kalabalık ya ilk aklıma gelenler. Çam gazozları, leblebi tozu tipi tip sakızları var o zaman, iyi bir şey yaptığımız da ödül olarak bize verilen. Anneannemin evine giderdim sık sık. Bahçe kapısı çaput bezle bağlı, belli ki evde yok, komşu ya gitmiş olmalı. Eski ahşap bir evdi o, çocukluğumun geçtiği. Avlusunda mis gibi kokan hayıt ağaçları vardı. Gıcırdayan ahşap rabıtlardan yürüyerek, ayazlığa geçerdik. Evin mutfağında ( gerçi hep orada otururduk ya ) bir ocak vardı, yeri geldiğinde ısınılan, yeri geldiğinde saç üzerinde ekmek pişirilen, yeri geldiğinde de banyo yapmak için üç ayak üzerine konulan ibrikle su ısıtılan. Ocağın iki yanında çay bardaklarının, baharatların, şekerin ve tuzun saklandığı nişler vardı. Ancak biliyorum ki bizim nesille birlikte yok olup gidecek o güzelim değerler. Çünkü bizler, o nostaljik yaşamın son tanıklarıyız. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte son derece hızlı bir değişim yaşandı, yaşanıyor. İnsanlar değişiyor, değerler değişiyor, çevre değişiyor…Dolayışıyla yaşam da değişiyor. Bütün bu değişimler, dönüşümler oluşurken evin kendisi de değişim geçirdi ve sadeleştirildi. Yeni evler de genellikle en küçük en kenarda istenmeyen mekan çocuk odası oluyor. Evin tamamı çocuğa açık olabilse mutfağa girip beraberce yemekler pastalar yapılabilse, banyo aynı zamanda oyun oynama ve deney alanına dönüştürülebilse, oturma odasında oyun oynamaya, acemiliğin peşi sıra oluşan dağınıklığa, çığlık ve kahkahalara, evin içinde gezinip dolaşmaya ve kirletmelere göz yumulabilse, teknoloji çocukların dünyasına bu derece giremezdi belki de…Biz anne ve babalar çocuklarımızın bu derece evde dağılmalarından hoşnut olmayıp ‘’hadi git odan da oyna ‘’ şeklinde dile getirerek çocuklarımızı odalarında ki bilgisayara ve cep telefon tuşlarına hapsediyoruz aslında. Çocuk eskiden, her yaştan aile bireylerinin bir arada bulunduğu geniş aile kavramı içinde yaşardı. Komşuluk ilişkileri daha yoğun ve samimi olduğu herkes birbirinin çocuğunu tanır, sokakta oynarken, yabancılara karşı korur ve kollarlardı. Güven içinde rahatça sokaklarda oynayan çocuklar çevreyi keşfedip enerjilerini pozitif yönde atabiliyorlardı. Günümüzdeki çarpık kentleşme, yoğun iş temposu ve aile büyüklerinden uzak çekirdek aile yapısı çocukların dört duvar arasında kreş ortamlarında büyümelerine ve oyalanmaları için ellerine tutuşturulan cep telefonu gibi elektronik cihazlarla çok erken tanışmalarına neden olmaktadır. Fırsat bulunan anlarda çocuklarımızı doğa ananın kucağına bırakmak yerine alışveriş merkezlerinde ki oyun alanlarına götürmek ne kadar doğru...Her mevsim doğa içinde yürümek ve meraklı bakışlarla etrafı gözlemlemek çocuğun hem bedensel hem de ruhsal gelişimine katkı sağlar. Çocuğa hazır oyuncak almak yerine doğadan kendisinin topladığı malzemelerle hayalinde ki oyuncağı yapması hem el becerisini hem de hayal gücünü artırır. Toprağın topraklama özelliği nedeniyle toprak üzerinde çıplak ayakla yürümek çocuğun üzerindeki hırçınlığı ve gerginliği ortadan kaldırır. Bağışıklık sistemi güçlenir ve her türlü hava değişimine vücut adaptasyonu kolay sağlanır.
Dört duvar arasında sıkıştırılmış, oyuncaklarla ve elektronik cihazlarla bütünleşmiş çocuk doğayı, yaşanan bir ortam olarak algılayamıyor. Doğa onlar için çizgi filmlerin, masal kitaplarının konusu.
Ankara’da doğup, dört yaşına geldiğinde ilk kez ailesi ile birlikte kent dışına giden bir çocuk, ağaçta elmaları görünce çok şaşırmış, merak ve hayretle sormuş: ‘’Anne elmaları ağaca kim takmış? ‘’. Öyle ya, elma denen şey normal olarak manavın ya da hipermarketlerin sandıklarında bulunur. Oradan alınıp eve getirilir ve yenir. Bunları ağaca takmak, olsa olsa güzel bir oyundur. Kim akıl ettiyse aferin doğrusu. Yemyeşil ağaçta, kırmızı kırmızı ne güzel duruyorlar. İşin güzel olmayan yanı ise, bu olayın gerçek oluşu…