Yazma vaktimin geldiğini bir gece yarısı 04.30 sularında gözlerimin fal taşı gibi açılıp cümlelerin beyaz sayfaya ulaşmak için beynimin kıvrımlarında yarattığı izdihamdan anladım. Meteor yağmuru gibi düzensiz elektronik mağazası açılışı gibi hıncahınç ve kargaşa dolu beynim patlamak üzereyken yataktan adeta fırladım. Bir süredir trafikte kırmızı ışıkta beklerken, tek başıma yemek yerken ya da uykuya dalmadan hemen önce düşündüğüm bir konuyu artık sizlerle de paylaşmalıydım.
Küçükken hayat karmaşık değildir. Hatta basit bile diyebiliriz. Birkaç altın kural var o kadar. Birincisi dersini çalış, ödevini yap. İkincisi ilkinden çok daha basit. Papazın bahçeden erik çalarken yakalanınca ya da Hükümet Konağının camını kırmakla suçlanırken Okul Müdürünün karşısında arkadaşını satma. Demiştim size değil mi? İlkinden bana göre çok daha basit. Bu güne kadar genellikle sizlere Papazın bahçe ile ilgili yani Bozcaada anılarımı aktarmıştım. Neredeyse ezberlediğiniz için bir değişiklik zamanı geldi diye düşündüm. En az benim kadar Muharrem’i de tanıdığınızdan bu sefer hikayenin kahramanı o değil.
Mekânda farklı. Yıl tam olarak kaç hatırlamıyorum. Ama yaklaşık 1980 ya da 1981 olmalı. Negatif eylemlerin bittiği pozitif kargaşanın başladığı yıllar. Erdinç, Murat ve ben Çanakkale’nin Lâpseki İlçesinde üç kanka. (Şimdiki tabirle.) Ama biz gerçekten öyleydik. Parmaklarımızı kanatıp kanlarımızı karıştırmıştık. Noldu dumur oldunuz dimi. O yıllarda öyleydi. Bilenler bilir. Lafla sözle kanka olunmazdı. Hayatımızda sanal hiçbir şey yoktu. Zira sanal kelimesini de bilmiyorduk. Bizi görseniz üç silahşorlar gibiydik. Sınıfta, okulda ve sonrasında hep bir aradaydık. O zaman Hükümet Konağı olarak kullanılan binanın arkasında ki küçük bahçede babam hayvan beslerdi. (Kuzu, ördek, tavuk, kaz, hindi… vb.) bizde köpek ve tabiî ki güvercin. Sizin anlayacağınız hayvanat bahçesi gibiydi ortam. Bu bahçe bizim yaşam alanımız olmuştu. Okuldan çıkar çıkmaz eve bile uğramadan bu bahçeye koşardık. Büyük kavak ağaçlarının arasına ağaç ev bile yapmıştık. Bahçede olmadığımız zamanlarda sapanla karabatak kovalar, çelik çomak ve adını şimdi burada yazamayacağım ama ona çok benzeyen bir oyun oynardık. Bahar aylarında eriğe, çitlenbiğe ve çağlaya dalardık. Öyle iyi arkadaştık ki birimizi yalnız görme ihtimaliniz ay’ı güneşsiz görme ihtimaliniz kadardı. Babamın nöbetçi olmadığı bir Pazar günü yine Hükümet Konağının arkasındaki bahçede oynuyorduk. Konağın çatısındaki güvercinler dikkatimizi çekti. Önce aşağıdan onları ürkütüp uçurmaya çalıştık. Sonra hangimiz akıl etti bilmiyorum çatıya çıkmaya karar verdik. Tavan arasında güvercinlerin bizden kaçamayacağını düşünüyorduk. Babam Polis olduğundan ve Pazar günü binada karakoldaki nöbetçi Polislerden başka kimse olmadığından bunu yapmak bizim için çok da zor değildi. Karakoldan gidip fener isteme görevi benimdi. Elbette tavan arasına çıkacağımızı karakoldaki Neşet amcaya söylememiştim. Onun görüş açısının dışında kalan koridordan binaya sızıp üst katlara çıktık. Şuanda nasıl yaptık hatırlamıyorum ama tavan arasına da ulaştık. Lakin asıl hedefe yani güvercinlere ulaşamadık. Tam inerken hiç beklenmedik bir şey oldu. Cam kırılma sesiyle irkildik. Zaten korku ve heyecan içindeydik. Böylece korkumuz ve heyecanımız ikiye katlanmış oldu. Hızla aşağı indik. Karakoldaki Neşet amca bodruma nezarethaneye inmişti. Feneri Karakola bıraktım. Korku ve merakla yeniden bahçeye döndük. Kırılan camı gördük. Birileri muhtemel sapanla güvercinleri vurmak istemiş ama başaramamıştı. Çok üzerinde durmadık. Nasıl olsa biz yapmamıştık. Oynamaya devam ettik. Ama olayın orada kapanmadığını ertesi gün okulda anladık. Dersi bölüp sınıfa giren nöbetçi benim, Murat’ın ve Erdinç’in adını okuyup Müdür Bey çağırıyor öğretmenim dedi. Biz biraz korkmuş biraz şaşkın epeyce heyecanlı nöbetçi öğrencinin ardı sıra Müdür Bey’in odasına doğru seğirttik. Okul Müdürü önce hepimizi içeri alıp hakkımızda şikâyet olduğunu Hükümet Konağının camını kırdığımızı söyledi ve sordu
Hanginiz yaptı bakim?
Şaşkınlığımız artmış korkumuz tavan yapmıştı. Hepimiz başlarımız önde
Biz yapmadık öğretmenim. Dedik.
Müdür Bey üzerimize geldi biz inatla direndik. Hatta Müdür Bey yalan bile söyledi.
Sizi camı kırarken görenler olmuş hadi söyleyin camı hanginiz kırdı?
Yanıt aynı biz kırmadık. Müdür Bey toplu olarak netice alamayacağını anlayınca bir yöneticinin daha doğrusu bir öğretmenin yapmaması gereken bir şey yaptı ve bizim arkadaşlığımızı, dostluğumuzu test etmek istedi. İkimizi dışarı çıkarıp birimizi odasında bırakıyor ve hadi söyle camı kim kırdı söylersen ceza almayacaksın diyordu. Üstelik baskıyı arttırıyor konuşmazsanız üçünüzde ceza alacaksınız iyisi mi birinizi ihbar edin ikiniz kurtulsun diyordu. Ortaokul birinci sınıf şimdiki 6.sınıf öğrencisi için ne büyük baskı ne akıl almaz yöntem. Ama şimdi düşünüyorum da iyi ki böyle yapmış Okul Müdürü. Onun adını bile hatırlamıyorum. Kötü yönetici sizin karakterinizi, bilginizi test eder aslında. Bir çeşit turnusol kâğıdı olur. Size ve çalışma arkadaşlarınıza karşı yapılan haksız eylemlerde onları satıyor musunuz yoksa dik durup sonuçlarına katlanabiliyor musunuz? Biz mi? Biz çok şükür dik durduk. Evet, gerçekten de camı biz kırmamıştık. Ama bunu onlar bilmiyordu ve birimiz cezadan sıyırmak için diğerlerini o baskı altında pekâlâ satabilirdi. Ne mutlu bana ki parmaklarımızı kanatıp kanlarımızı karıştırdığımız arkadaşlarım beni satmamıştı. İçlerinde en tembeli bendim. Erdinç düzenli çalışkan sayılabilecek bir öğrenci, Murat ise düzensiz ama en zekimizdi. Zaten o zamanlar Türkiye’de tek olan Ankara Fen Lisesi sınavlarını kazanma başarısını göstermişti. Babası öğretmen olmasına rağmen nedenini bu gün bile anlamadığım bir şekilde Murat’ı Ankara’ya göndermedi. Bu Murat’ı çok derinden sarstı. Ekip’ten ilk ayrılan ben oldum. Babam emekli olmuş Bursa’ya dönmeye karar vermiştik. Ortaokul bitmiş hayatımızda yeni bir dönem başlamıştı. Liseyi Erdinç ve Murat’la beraber okuyamadım. Murat Fen Lisesine gönderilmeyişini bir türlü kabullenemedi. Ailesinden, bizden koptu. Uzun yıllardır kendisiyle görüşemedim. İçimde hep yaradır. Erdinç’e gelince Veteriner oldu. Yine sınıf arkadaşımız Aysel’le mutlu bir yuva kurudular. Hala görüşüyoruz kankayla. Bir iki yaz önce Bozcaada’dan Lapseki’ye tatil dönüşü araçta Erdinç’in oğluna babasıyla yaptığımız yaramazlıkları, oynadığımız oyunları anlattık. Yaşadığım mutluluğu aldığım keyfi anlatmaya kelimeler yetmezdi.
Ben dünyanın olmadı ülkenin en dürüst, en iyi insanı falan değilim. Herkes kadar dürüst, herkes kadar iyiyim. Ama iddialı olduğum şey basit yaşarken de, büyüyüp hayat dediğimiz karmaşa ve kargaşanın içine girdiğimde de dostlarımı, arkadaşlarımı satmamamdır. Lapseki’deki Okul Müdürüne benzer öğretmenlerle, yöneticilerle, mesai arkadaşlarıyla hayatta bir yerlerde hep karşılaşacaksınız. Ya onların size değer katmasını sizin için insan olma yolunda kaldıraç olmasını sağlarsınız yada onların sizi eğip bükmesine izin verirsiniz. Ya onlar gibi negatif düşünür karanlığın kendisi olursunuz yada hayata, hayatınıza ışık olup değer katar hiç olmadı pozitif kargaşa olursunuz.
Kırk sekiz yaşında şunu anladım ki hayat küçükken de büyüyünce de aslında çok basit. İki altın kural var. Birincisi üzerine düşen sorumlulukları yerine getir. İkincisi daha basit, ne olursa olsun neyle karşılaşırsan karşılaş menfaat için eğilip bükülme ve dostunu satma.
Benim böyle dostlarım, kankalarım var. Peki ya sizin?
Tepkisiz kalmayın, sağlıcakla kalın.
Zafer,
Kırk sekiz yaşında şunu anladım ki hayat küçükken de büyüyünce de aslında çok basit. İki altın kural var. Birincisi üzerine düşen sorumlulukları yerine getir. İkincisi daha basit, ne olursa olsun neyle karşılaşırsan karşılaş menfaat için eğilip bükülme ve dostunu satma.
Benim böyle dostlarım, kankalarım var. Peki ya sizin?
Tepkisiz kalmayın, sağlıcakla kalın.
Zafer,