Beşiktaş’ın yeni formalarının tanıtıldığı Reklam filmini izlemişsinizdir. Emeğe yaptığı vurguyla sadece Beşiktaşlıların değil, tüm futbolseverlerin gönlünü fetheden bu reklamın yıldızı Süreyya Soner’di. Beşiktaş’ın 33 yıllık malzemecisi Süreyya Soner, hayatını anlatacak belgeselin heyecanını yaşıyor şimdi. Gökçe Kaan Demirkıran’ın yönettiği belgeseli yakın bir zamanda izleyeceğiz. Biz de belgeselden önce Süreyya Soner’le bir söyleşi yaptık. Hem Soner’in anılarını konuştuk hem de belgeseli...
Sizi en son Beşiktaş futbol takımının yeni sezon formaları için hazırlanan reklam filminde gördük. Neler hissettiniz?
Sadece bir kere izledim. Kendimi
hiç seyretmem ben.
Nasıl oldu bu reklamda rol almanız?
Yöneticiler söyleyince oldu. Yöneticiler söylemeseydi olmazdı zaten.
Bir de belgeseliniz çekiliyor...
Bir gün İnönü Stadı’nın müdürü Turgut Bey çağırdı beni. “Bir arkadaş seninle görüşmek istiyor” dedi. Ben de kabul ettim. “Neden?” diye sordum, “Belgesel için” dedi. “Ne belgeseli müdürüm?” dedim. Arkadaş geldi, Turgut Bey tanıştırdı bizi. “Gökçe Kaan Demirkıran” dedi. Gökçe de “Abi, senin belgeselini çekmek istiyorum” dedi.
Ben de şaşırdım.
“Yılmaz Güney bana hayatı öğretti”
İlk çekimi İnönü Stadı’nda mı yaptınız?
Tabii daha yıkılmamıştı İnönü. Soyunma odalarında, sahada çekimler yaptık.
Zorladınız mı Demirkıran’ı, yoksa hemen kabul ettiniz mi?
Çok zorlamadım. Kabul ettim hemen. İlk önce altyapıdan bir çocuğun babası Kitap yazmamı istemişti. Onu kabul etmemiştim, Gökçe yönetimden izin alınca kabul ettim. Bir de “Üniversite öğrencisiyim” filan deyince dayanamadım. Çünkü ben okumadım. Bu yüzden de okuyanlara büyük saygı duyuyorum. Babam denizaltı subayıydı, okumamızı çok istemişti ama okumadım.
Hemen iş hayatına mı atıldınız?
Okumadığım için babam matbaaya verdi. Oradan başladık işte.
Yeşilçam maceralarınız da var sizin...
Benim arkadaşlarım hep Yeşilçam’daydı. Gide gele alıştık. Ama hep günlük işler yapıyorduk. Adam olmadığı zaman arayıp “Süreyya gel, film var. Mersin’e ya da Adana’ya gideceğiz iki günlüğüne” diyorlardı. Set işçiliği yapıyordum. Arkadaşlar da seviyordu beni. Böyle böyle birçok sette çalıştım devamlılık olmadığı için. Her artistle tanışmış oldum. Bir ara 9-10 günlük bir çalışmamız oldu Gebze’de. “Süreyya gel, adam yok fakat adam gelince yollarız” dediler. Yılmaz Güney’in “Kahreden Kurşun” filmini çektik. Yılmaz Güney’den çok şey öğrendim ben.
9-10 günde hayatı öğretti bana.
Beşiktaş’a nasıl “transfer oldunuz” diye sorayım...
1981’di. Yedinci ayda altyapıda çalışmaya başladım. Ziya Doğan getirdi zaten beni. Bir maç esnasında tanışmıştık. Ahmet Abi vardı, daha sonra rahmetli oldu, o A takımındaydı. O ayrılınca ben geçtim A takımına. Şeref Stadı’ndaydık o zaman. Zor şartlar, her yer çamur. Makine yok, ufak merdaneli makineler var sadece. Formaları yıkamak zor...
“Futbolcular Türkçe öğreniyor, ancak öyle anlaşıyoruz”
Hiç aklınıza gelir miydi bunun 30 yıllık bir macera olacağı?
Hayatta gelmezdi. Ben sigortalı bir iş arıyordum. Yeşilçam’da iyi para alıyordum ama sigorta yok. Yevmiye alıyoruz sadece.
O zamanlar evli miydiniz?
Bekardım. Beşiktaş olmasa ben evlenmezdim. Düşünmezdim bile.
Beşiktaş’tan önce gelecek konusunda endişeli miydiniz? Bu yüzden mi evlenmeyi düşünmediniz?
Tabii. Ev yok, sigorta yok.. Beşiktaş’tan önce hayatımın amacı yoktu açıkçası.
Sizin futbolcularla aranız hep iyi oldu...
Benim herkesle aram iyidir.
Nedir bunun sırrı? Yabancı diliniz var mı?
Ben ilkokulu yedi senede bitirdim. Onlar Türkçe öğreniyor, ancak öyle anlaşıyoruz. Ya da tercüman arkadaşlar yardımcı oluyor.
Nasıl hazırlık yapıyorsunuz maçlardan önce?
Beş ya da altı saat önce gidiyoruz. Hiç kriz yaşamadık. Allah göstermesin. Yalnız değilim. Arkadaşlarım da var. Defalarca kontrol ediyoruz malzemeleri. Armalara, reklamlara, numaralara sürekli bakıyoruz. Futbolcu sahaya çıkana kadar kontrol altında malzemeler.
Kaç takım formayla gidiyorsunuz maçlara?
Fazla götürürüz. Garantiye alıyoruz. Disiplinli çalışıyoruz.
“En son ne zaman evde yemek yedim hatırlamıyorum”
Tertipli, düzenlisiniz. Ev hayatına da yansıyor mu bu alışkanlık?
Benim ev hayatım yok. Sabah 5.30’da yola çıkıyorum. İdman olsun olmasın çıkarım evden.
Ailenizi görebiliyor musunuz?
Akşam çay içmeye gidiyorum eve. En son ne zaman evde yemek yedim, hatırlamıyorum.
Çok da geziyorsunuz tabii. Kaç ülke gördünüz?
Hiç bilmiyorum. Ben otelden sahaya, sahadan otele giderim. Zaten malzemeleri başıboş bırakmıyoruz, çalınır çünkü.
Eskiden maç sırasında da soyunma odasında duruyordunuz güvenlik amacıyla, değil mi?
Tabii. Güvenlik, polis yok. Kapıyı kırıp eşyaları çalarlardı. Küçük bir radyom vardı, maçın kaç kaç olduğunu oradan öğreniyordum. Sonradan güvenlik gelince maçları izlemeye başladık. Benim işim soyunma odasında, sahada değil. Futbolcuların takıları var, telefonu var, pasaportu var...
“Süleyman Seba evlenip ne yapacaksın dedi”
Süleyman Seba ile aranız nasıldı?
İyiydi. Arada giderdik, görmek için. Bizi görünce “Maaşları almaya mı geldiniz?” derdi. “Baba” derdim ben ona bazen. Çok eskiden “Baba ben evleneceğim” dedim. “Tamam, tamam... Sen evlen gerisi kolay. Ama evleneceksin de ne yapacaksın?” dedi. Kendi bekardı tabii. Bekar olmasına rağmen hiç yalnız kalmadı. Arkadaşları hiç yalnız bırakmadı. Arkadaşlıkları
çok sağlamdı.
Evliliğinizde destek oldu mu?
1991-92 sezonuydu. Cumartesi şampiyon olduk, pazar gününe düğün salonu tuttu Rıza (Çalımbay) Beşiktaş’ta. Ben de iş olsun diye Başkan’a, “Başkanım evleneceğim ama takım elbisem yok. Bir maaş ikramiye ver de elbise alayım” dedim. “Süreyya daha üç aylığımı almadım” dedi. “Ama” dedi sonra, “Benim mağazam var, oraya git. Beş taksit de, yedi taksit de yaparlar.” Ben de “Başkanım ne taksiti, daire mi alıyoruz” dedim. Beşiktaş’ın parasından vermezdi, kendi parasından verirdi.
“15 senedir maçlara geliyorum hep yedeksin”
Antalya’da Efes Kupası’nda Galatasaray ile oynuyorduk 2006’da. Tribünler yedek kulübesine yakın. Bir taraftar bir ayağını kulübeye atmış diğeri tribünde, elinde bayrak bağırıyor. Tam yanımızda. Tigana’ya bağırıyor “Değişiklik yap” diye. Tayfur Havutçu’ya “Yaşlandın. Gençlere bırak artık” diyor. Okan Buruk’a “Git Galatasaray’da oyna” diye bağırıyor. Sergen’e “At yarışı oyna” diyor. Sergen’in yanında Murat Şahin var. O “Abi sıra sana geliyor” dedi. Ben de kalktım, “Herkes rahatsız oluyor. Sus. Polis çağıracağım yoksa” dedim. Şöyle bir baktı, adımı da bilmiyor herhalde, “Ulan bıyıklı” dedi, “15 senedir maçlara geliyorum, hep yedeksin. Ne oynadığın bile belli değil. Sağda mı oynuyorsun solda mı? Kiralık da mı vermiyorlar?” Yedek kulübesi dağıldı gülmekten. Yıllar sonra biri tweet attı bana, Twitter hesabım var benim de... “Süreyya Abi babamı tanıdın mı?” demiş. Baktım, tanır gibi oldum. O taraftar babasıymış. Ben de tweet attım, “Baban futbolcu sandı. Sen de doktor mu sanıyorsun?” dedim.
“Oğlum 2.5 ay isimsiz kaldı”
Sene 1991. Eşim hamile. Biz de Kıbrıs’a kampa gittik. Gittiğimizin ikinci günü çocuğum dünyaya geliyor. Hanım aradı “Adını ne koyalım?” dedi. Ben de “Maçlar başlasın da ilk gol atan futbolcunun adını veririz” dedim. Elbet Metin, Ali, Feyyaz’dan biri gol atacak.
23 gün kampta geçti. Sonra iki hafta da lig başlayana kadar geçti. Lig başladı. Bursa’ya gittik, gol olmadı. Trabzonspor geldi. Maç yine golsüz... Araya milli takım maçı girdi. 2-2.5 ay gitti böyle. Kocaelispor maçı geldi. “5-6 gol atarız” diyoruz. Maç başladı. İyi oynuyoruz. İngiliz Walsh (Alan Walsh) bir vurdu gol oldu. Devre arasında “Artık bir gol atın da kurtulalım” dedim. “Tamam Süreyya, merak etme” diyorlar. Son dakikalar... Walsh yine girdi ceza sahasına. Metin ile Feyyaz ortada boşta. Walsh kaleye vurdu. Yine gol. “Aradım evi. Çocuğun adını ne koyuyorsanız koyun” dedim.