Sezen Aksu "Ben daha o şarkıyı yazmadım"

Sezen Aksu "Ben daha o şarkıyı yazmadım"

Türk pop müziğinin belki gelmiş geçmiş en büyük ismi... Şarkılarıyla hayatlara dokunmuş, kimilerine göre “Türkiye’ye sevmeyi öğretmiş”...

Sonra “İçimde kalmasın” diyerek toplumsal konulara eğildi. ‘Cumartesi Türküsü’, ‘Türkiye’nin Şarkıları’ndan sonra politik bir figür de oldu. Türkiye’de bu, ateşten gömlek gibiydi. Kürt açılımı sırasında Recep Tayyip Erdoğan’ı arayıp destek vermesi... 2010’daki Anayasa Referandumu’nda “Yetmez ama evet” demesi... İçinden geldiği İzmir, Ege başta olmak üzere dinleyicilerinin bir bölümünü küstürdü. Sert eleştirildi, Gülenci olduğu bile söylendi. Sezen Aksu bu eleştirilere bugüne kadar cevap vermedi. “Ben sabırlı bir insanım. Doğruların ortaya çıkmasını beklerim” diyor. Bu söyleşide okuyacaksınız... Entelektüel, ilkesel bir duruş belirlemiş ve bunun arkasında duruyor. Sezen Aksu sadece bir şarkıcı değil... Kalbimize değmiş, bu coğrafyanın hüznünün, coşkusunun marşlarını yazmış, belki yaşamak isteyip de yaşayamadığımız duyguları tattırmış, yeri doldurulamayacak bir figür. Onunla ilişkimiz bir aşk ilişkisi gibi... Ona küsenlerin öfkesinin sebebi de bu sanki... Ve bu aşk daha çok su kaldırır... Sanat hayatının 40’ıncı yılına giren Sezen Aksu’yla, Kanlıca’daki yalısının bahçesinde, tatlı akşam güneşinin altında oturduk, merak ettiğimiz her şeyi konuştuk.

Son 12-13 yıl içinde Türkiye çok politize oldu. Çalkantılar, savrulmalar, fikir ayrılıkları yaşandı. Bu dönemde siz de kendinizi savrulmuş hissettiniz mi?

- Hissetmedim. Çünkü hayatım boyunca bir grupla, partiyle ya da kalabalıklarla bir aidiyet duygusu içinde ortak ses çıkarmadım. Doğru bulduğuma “Doğru” dedim, yürüdüm. “Ringe çıkan yumruk yer” sözünü gayet iyi içselleştirdiğim için olabilecekleri aşağı yukarı öngördüm. İnandığım şeylerden sapma olmadı. Her şeyde olduğu gibi bende de değişen ve gelişen şeyler oldu. Onun dışında durduğum yerde duruyorum. Ama ‘Yetmez ama evet’ meselesini soruyorsanız...

O süreç ve dönemin başbakanı Erdoğan ile yaptığınız telefon görüşmesi çok tartışıldı...

- Kürt açılımına destek verdim. 2002 yılında ‘Türkiye Şarkıları’nda, Türkiye’de yaşayan farklı kimliklerden müzisyenlerle kendi dillerinde ben de onların dilinde şarkı söyledik. Sonra bütün ekip gitti ifade verdi, nedense bir tek bana ilişmediler. Çok hastaydım o sıra. Osman Müftüoğlu “Ne olursa olsun sahneye çıkacaksın” dedi. Hastalığım sistemimi çökertebilirdi, adrenalin salgılamamam gerekiyordu. İçimde bir korku vardı. Başıma bir şey gelirse, içimde kalmasın, bunu yapmış olayım istedim.

Siyasi tepkiler o zamandan başladı sanırım...

- Yolun başında insan bu konularla ilgilenince kendini değerli ve önemli hissediyor. Ama sonra başkalarının acısıyla hakiki bir empati geliştirdikçe, gerçekten dertlenmeye başlıyorsun. Yıllar geçtikçe, olgunlaştıkça, adalet duygum yara aldıkça gerçekle yüzleşmekten başka çare olmadığına ikna oldum. Bir salyangoza “Sen neden salyangozsun” diye sorulur mu canım! İnsanları yok mezhebinden, yok etnik kökeninden dolayı ayırmak... İnsanlığın hâlâ böyle bir noktada olması... Ne kadar ilkel... İnsanı hayvanlardan düşüncesi, duygusu ayırır

Bu yüzden tekamülümüzün epeyce yolu var...Karamsar mısınız?

- Güç odakları ve iktidar kademelerinde bizim hiç bilemeyeceğimiz katman katman, uçsuz bucaksız labirentler olsa da Çetin Altan’ın hep söylediği gibi “Enseyi karartmayın” derim ben... Bu ülkenin çeşitli halklardan oluştuğunu ve bu halkların bugüne kadar bir arada yaşamayı nasıl becerdiyse, bundan sonra da becerebileceğini adım gibi biliyorum.

Bazıları bir dönem AK Parti’ye sorgusuz sualsiz destek verdiğinizi düşündü. Sizi seven pek çok kişi bu yüzden size küstü. Bunlar sizi nasıl etkiledi?

- Birileri bize bu ülkede kalıcı barışı tesis edeceğine ve evrensel hukuk kuralları içinde Türkiye’yi demokratikleştireceğine dair bir söz verdi. Ben de bu vaatlere şans tanıdım. “Hayır” demek de bir seçenekti, o da onların fikriydi. Akademik çevrelerin bu süreçleri en ince detayına kadar araştırması, yaşanan acıları tarihsel bir yüzleşme için akademik platformda belgelendirmesi gerekiyor. Bu veriler elimize geçtiğinde, okumaktan biraz imtina eden kamuoyu da vakit ayırıp bilgilendiğinde gerçek bir muhasebe yapabilir herkes. Sabırlı bir insanım, doğruyu beklerim. O zaman hangi eleştiri yerli, hangisi yersiz görülür.

Babanızın Fethullah Gülen’in ilk açtığı okulun müdürü olduğu, Cemaat ile AK Parti arasında çatışma çıkınca sizin de iktidara desteği kestiğinizi yazanlar oldu... Bunları nasıl yorumluyorsunuz?

- Ben doğru bulduğum şeyi destekler, eğri bulduğumda da muhalefet ederim. Bir kere benim mürit olmam, moda deyimle ‘fıtratıma’ aykırı. Bunu geçelim... Ciddiye alınacak bir tarafı yok. Zaten Gülencilik ile de kalmadı bana söylenenler; internette Yahudilikten Hıristiyan misyonerliğine kadar her şey çıktı. İsteyen istediğini desin. Çok ilgilenmiyorum. 40 yıldır ortadayım, her konuda yazmışım, fikrimi söylemişim. Alacağım tepkiden filan çekinmem. Kendimi anlatmaktan zaten hoşlanmam. Bu, 40 yıl boyunca her gün samimiyet sınavına maruz bırakılmak anlamına geliyor... Neden-sonuç ilişkisi kurabilmemiz, bilgiyi referans alma ihtiyacımız ve hafızamız biraz sorunlu.

Öyle ya da böyle size küskün olanlara söyleyeceğiniz bir şey var mı?

- Fikrimden dolayı onlar bana küs olabilirler; ben onlara küs değilim. Tepkilerde bir doz aşımı olduğu gerçek. Ama neticede refleks olarak en keskin dili kullansalar bile temelde çoğunluğun düşünce özgürlüğünden yana olduğuna eminim. Bu inancın layıkınca hayata geçirilmesinin çok kolay olmadığını biliyoruz. “Zaman” diyorum...

Seçim sonuçlarını nasıl karşıladınız?

- Siz de beni iyice politikacı zannettiniz! Sandıktan ortak bir irade çıktı. “Uzlaşın” dedi halk. “Önce hizmet edin. Çatışmanızı nezaketle yapın. Gelir kaynaklarının adaletsiz dağılımı başta, düzeltilmesi gereken onca şey varken sizin bu kavgalarınızı seyretmeyeceğiz” dediler. “Çatışmayı da tartışmayı da âdâbıyla yapın. Ayar verdiler, hepimize ayar verdiler.

Hepimize derken?

- Türkiye’de her şeyi devletten bekleme gibi bir alışkanlık var. Bu sorumluluğu paylaşmalıyız. Onarımdan bahsediliyor, elbirliğiyle omuz vermeliyiz. Çözüm, uzlaşma için çaba sarf etmeliyiz.

‘Yetmez ama evet’ gibi siyasi süreçlerde sizinle aynı yerde duranlar vardı. Fakat bir kısmı daha sonraki otoriterleşme yöneliminde özeleştiri yaptı, “Yanılmışım” dedi.

Siz AK Parti’ye verdiğiniz destek konusunda pişmanlık hissediyor musunuz?

Benim kuşağım büyük acılardan geçti. Darbelerden, faili meçhullerden, ‘Cumartesi Anneleri’nden, işkencelerden gelir adaletsizliğine kadar... Hangi birini sayayım. Bütün bu acılardan süzülüp damıtılmış bir umuttu benim ‘evet’im... Gerçek bir muhasebe, akademik düzeyde bilimsel kaynak ve referansa dayandırılmadan yapılamaz. “Pişman mısın” gibi soruları ya da “Özür dile” gibi buyurgan yaklaşımları özgürlükçülük bağlamında henüz yeteri kadar olgunlaşmamış oluşumuza bağlıyorum. İnsan umudundan pişman olmaz...
Bir söyleşinizde şöyle demişsiniz: “Çocukluğumun İzmir’inde rembetikoyla, Ermeni, Alevi türküleriyle büyüdüm. İzmir müthiş demokrat bir yerdir. Diğer kentlerden farklıdır.”

Bugünün İzmir’ini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Çok ilginç bir yer İzmir. Yüzde 10.5 çıktı HDP’ye. Hiç bekler miydiniz? İsteseniz de istemeseniz de Kürt de var, Ermeni de var, Alevi de var. İnsan bunlar yahu! Yok edip var edebileceğiniz canlılar değiller. Adalet esastır. Hakikatle yüzleşmedikçe bunlar kökünden çözülmez.

Aşkı Türklere öğreten kadın’ diye yazmış biri sizinle ilgili

- İddialı olmuş yahu.

İddialı belki ama siz insanların hayatına dokunmuş birisiniz...

- Belki şarkılarım özgürleştirmiştir biraz. Benim üniversite yıllarımda aşkla ilgili şarkı yok gibiydi. O dönem çatışmalarda, hapislerde helak olan kuşağı nasıl hatırlıyorsunuz? Hayatı ıskaladı mı bu şanssız kuşak? Devrimci eşinize “Yahu hep ‘aydınlık yarınlar, gelecek nesiller’....

Biz ne olacağız?” demişsiniz

- Niye tamamen feda oluyoruz? Yani “Bir şeyler yapacaksak bize niye yaramıyor?” dedim. Kahraman olmak gerekli midir? Gerçekten inançla dönüştürme arzusunun içinde kendini hiçleştirecek kadar, bir sonraki kuşağı düşünecek kadar motive eden, biraz da bu kahramanlık içgüdüsü olabilir mi? Neyi insan faktöründen tam olarak ayrı değerlendirebiliriz ki?Ama bu, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı o cesur başkaldırının değerini etkilemez elbette. Az buz bir şey değildi ve tarihteki yerini de öyle aldı.

Bugünkü Gezi kuşağı bu bakışa daha yakın bir çizgiye mi geldi?

- Her hareketi kendi somut koşullarında değerlendirmek gerekir. Gezi kuşağı, bir tuşun ucunda dünyaya uyandı. Biçim farklı olsa da öz aynıydı bence: ‘Daha adil bir dünya’. Onların farkı, doğası gereği yeni ve gülümseyen bir dil kurdular...Ve büyük bir dönüşümün başlangıcını, yeninin gücü ile gerçekleştirdiler.Ben sizden bir sonraki jenerasyon olarak anlamak istiyorum. Eski fotoğraflara baktığım zaman insanların bakışları bile farklı görünüyor bana. Onların hayatı çok daha sert, daha gerçekmiş gibi...

Siz de demişsiniz “Benim hırpalanmalarım, hayatımda zenginliklerdir” diye..

- Bundan 20-30-40 sene sonra da bu kuşağa öyle bakılır. Hiçbir zaman mükemmel bir dünya kurulamayacağına göre kendi dönemi içinde değerlendirmek lazım. Geçen gün bir yerde okudum: “Beş ay boyunca bir evde otursalardı Leyla’yla Mecnun birbirini boğardı!” Yaşadıklarımdan memnunum ama bugüne kıyaslayıp, “çok şahaneydi” diye şimdikinden üstün tutamam. Benim için esas olan şimdiki zaman, her zaman şimdiki zaman...

Ama şarkılarınız bir geçmişin ürünü...

- Beni bulunduğum yere getiren anılarım elbette. Şarkılarımın içine sızan haykırışlarım, hayatın şifreleri. Oturayım da mesaj vereyim diye yazmadım. Hayatta ne biriktirirseniz onu döküyorsunuz. Farkında olmadan kalbinizden akıyor, kulağınızdan akıyor, dilden, gözden, sözden akıyor.

Hep böyle mi çıkıyor şarkılar?

- Planlı, programlı yazılanlar vardı ama kalıcı olmadılar. Yürürken duvara tosladım, kafam çok acıdı diyelim... Orada attığın çığlık gibi... Hakikati, kalbin gerçek sesini, iç sesi ifade eden şarkılar, bulunduğu zamanı aşıyor. Acayip hit şarkılarım var, aynı etkiyi yaratamadılar. Ismarlama yazdığım şarkılar esti, yağdı ama kalmadı. “İç hisseder hakikat sırrını, ağırdan al yargını aman” diye bir cümle kurmuştum bir şarkımda.

Ben bile kendimi kötü hissettiğim zamanlarda kendimle, yaşadığım hayatla daha derin bir temas kurduğumu hissediyorum. Sonra hemen kaçıyoruz tabii bunlardan.

Siz acının üstüne gidiyorsunuz galiba.

- Bu yaratılışla ilgili bir şey... Çabuk, hücrelerine kadar etkilenen bir yapım var. Üretim acıdan, yangıdan besleniyor, bu bir gerçek. Neşeli zamanlarımda şarkı yazmak aklıma çok gelmedi.

Bildiğimiz kadarıyla şu sıralar hayatınızda aşk yok. Yoksa var da ustaca gizliyor musunuz?

- Bunun neden merak edildiğini çok merak ediyorum!

“Müziğinize yansıyacak mı” diye bir merak olabilir...

- Şu anda böyle bir durum yok. Olursa insan kendine benzemez. O kadar şuursuz bir hale geliyor ki bu çok rastlanan bir şey değil. Aşkın çok hakikisini, gözü karasını yaşamış biri olarak söyleyeyim, her zaman olacak bir şey değil.

Şarkı yazmak için gerekli mi?

- Yaşadığım her şey benim işlemeciliğimden, süslemeciliğimden, nakışçılığımdan geçiyor. Hayal gücüyle çok alakalı. Yaşadığın şeyi daha da güzelleştirme eğilimi... Evimde de öyleyim. İncik, boncuklarım, cıncıklarım... Avizelere şapka yaparım, 16 saat uğraşırım. Hayatı güzelleştirmeye çalışmak bu. Bir tek konu değil. Birikiyor birikiyor, son damlası taşırıyor ve akmaya başlıyor.

Erkekler size nasıl bakıyor? Aranızda bir duvar oluyor mu Sezen Aksu olmanızdan kaynaklanan?

- Evet, giderek tırmandı bu. Size biraz da fazladan yüklenen anlamlar yüzünden oluyor. Bunu kırmak için gayret sarf etmişimdir. Bundan da hoşlanmıyorlar. Hayal ettikleri ‘ben’im gizemli olmamı, uzak olmamı, ne bileyim bir yıldız uzaktan güzel görünür ya, o sihirin, büyünün bozulmamasını mı istiyorlar acaba? Sürekli ışıldayan bir dünya olabilir mi? Sadece söz, beste için bir insanın başka bir insandan ne üstünlüğü olabilir?

Öyle mi görmek istiyorlar?

- Birikimi eksik olduğu için bunu sahici sananları gördüm. Birikimine rağmen kendini kaptıranları da gördüm. Gözümün önünde delirdiklerine şahit oldum. Engel olamadım, bağıra bağıra delirdiler. Bundan da ödüm patladı hayatım boyunca. Allah kimseyi düşürmesin! İnternetle birlikte alıştığımız şöhret tarifi yenilecek. Bizim şöhretimiz de normalleşecek Allah’ın izniyle... O günü heyecanla bekliyorum. Kimsenin kimseden ne bir farkı vardır ne de bir üstünlüğü...

Peki sizin de ipin ucunu kaçırdığınız zamanlar olmadı mı hiç?

- Ya, olmadı... Çünkü bu insanın hayatta kimlerin yanına düştüğüne bağlı..

Kimler vardı yanınızda?

- Mesela babam... ‘Deniz Yıldızı’ albümüne kadar “Sen istesen bitirirsin okulu” derdi. Babamın kafasındaki model, kendisi gibi ya da yüksek mühendis olan kardeşim gibi biriydi. Hâlâ sadece iki şarkımı biliyor: ‘Kalbim Ege’de Kaldı’ ile ‘Sorma’. Bir gün bir şarkımın sözlerini okudu, okudu sonra “Sezenciğim, sen çok cin bir şey oldun yav! Nereden buluyorsun bu lafları?” dedi. Dünyanın en iyi kalpli adamı... Gözüne bakamıyorum nasıl o kadar temiz kalabilmiş diye... Ağlamak geliyor. Fakat köşeleri var. Atatürk devri milliyetçi muallimi olarak sunduğu sınırları zorlamayacaksın. Sonradan vizyonu biraz genişledi, fikirlerimi merak ediyor, değer verdiğini hissediyorum.

En iyi şarkılarınız arkanızda mı kaldı; yoksa daha yazacak mısınız?

- Aysel Gürel’in bir sözü var: “Ben daha o şarkıyı yazmadım.” Öyle bir şarkı yazmalıyım ki hepsini bastırmalı. Öyle bir şarkı hayal ediyorum ki öyle bir şey yapmış değilim! O hayalimi tarif de edemem...

Bugünler nasıl şarkı yapmak için?

- Vallahi 8-10 bestem var son günlerde. Öyle ilginç bir şey ki şarkı yazmak, insan çok sık tribe giriyor: “Yazamıyorum, eyvah bundan sonra yazamayacak mıyım!” Her defasında aynı panik. Yaratıcılık akılla yönetilebilir bir şey değil. 5-10 dakika içinde çıkan çok şarkım var, sözüyle müziğiyle. Bizim bilmediğimiz alana giriyor, ne ben anlatabilirim ne başkası. Çok ilginç. Ortada fol yok yumurta yokken birdenbire dile gelmek. Bir şeylerin ortaya çıkması, büyük kitleleri etkilemesi, sonra onu birlikte söylemek. Bu gizli bir bilgi herhalde. Bizim erişemeyeceğimiz bir gizli bilgi.

Kalıcı şarkılardan söz etmiştiniz ya... Sizin şarkılarınız, Barış Manço, Cem Karaca, Bülent Ortaçgil’in eski şarkıları... Bugünkü müzikten farklı mıydı onlar?

- Hızlandı her şey. Zamanı aşabilecek güçte şarkılarmış onlar... Ama bugünden de yarına kalacak şarkılar çıkacaktır. Kestirmek mümkün değil. Bugün çok parlak görünmeyen, birbirine çok benzeyen şarkılar dönemi gibi. Bu bazen iyi bir şeydir. Dibe vurmak da iyi bir şeydir. Büyük bir ivmeyle yeni bir yükselişin öncüsü olur.

Biz haykıra haykıra söylerdik “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” şarkısını. Bugünün gençleri de söylüyor mu acaba?

- Bu çağın aşkı başka olacak. Geçmişle mukayeseden hoşlanmıyorum. Esas olan şimdiki zaman. Bizim yaşadıklarımız şahaneydi. Bugünkülerin de “Şahaneydi” diyecekleri anıları olacak. Bu yeni dünyayı şu dönemde genç olan biri kadar algılamak söz konusu değil. Bunu takip etmeye çalışıyorum. Kurdukları yeni dile kadar... Bir tuşun ucunda dünyayla ilişki halindeler, birikimleri, yaklaşımları, aşkları da farklı olacak. Yeni tarifler olacak ve yeni daima ileri olacak.

Peki siz bu insanlara şarkı yapıyor olacak mısınız?

- Ben üretmeye devam edeceğim. Onlara hitap eden şarkılar yazabilmeyi çok isterim. Başarabilir miyim başaramaz mıyım, bilmiyorum. Geçenlerde Twitter’da bir kız “Aa Sezen Aksu’nun ‘Geri Dön’ diye bir şarkısı varmış, çok şahane” diye yazmış! Büyük bir repertuvarım var benim. Kalbin, insanın içinin seçtiği şarkılar çok da zamana bağlı şeyler değil.

Bugünlerde mutlu musunuz?

- Sürekli mutluluk diye bir şeyden söz edemeyiz. Mutluluk güzel anların toplamından ibaret. O anların kıymetinin farkına varmak için de epey zaman kaybediyor insan. Bunu becerebiliyorum. Seninle konuşurken şu akşam ışığını içime çektim çoktan. Ve bunun için şükrettim, teşekkür ettim.

Hayatınızda acı anılarınız oldu, sevdiklerinizi kaybettiniz: Onno Tunç, Meral Okay, Uzay Heparı... Kayıplarla yaşamanın yolunu bulabildiniz mi yıllar içinde?

- Kolay değil ama insanın içinde iflah olmaz bir hayata tutunma içgüdüsü var. O dönemlerde “Bu dünya yaşanılası bir yer değil, basıp gitmek lazım” gibi bir başkaldırı olmuyor değil, oluyor. Böyle bir noktada bile insan bir an önce bu ruh halini tedavi etmeye çalışıyor. Sanırım çocuk sahibi olmanın da bunda etkisi var. Benim doğurduğum ve doğurmadığım bir sürü çocuğum var. En sert dönemlerde yeniden ayağa kalkmamda büyük motivasyon onlardı.

Kimler?

- Onno’nun kızları, hiç ayrılmadık. Mithat Can’ın kardeşleri, ‘Cici anne’ diyorlar bana, çok şekerler. Çok küçük yaşta elime gelen müzisyenler... İdil ve Can, Önder’in çocukları... Mustafa Oğuz’un oğlu Muratcan elime doğdu.

Bu kalabalık içinde kendinizi aslında yalnız hissediyor musunuz diye merak ediyordum. Öyle bir durum yok anlaşılan...

- Bu, en büyük şehir efsanesi: Sezen Aksu çok kalabalık! Kalabalık filan değilim. Bir çekirdek ailem var. Çok yakınlarım tek tek sayabileceğim insanlar. Süsleniyorum, buluşup bir yere gidiyoruz “Ay ne kadar güzel olmuşsun” diyorlar. “Neye yaradı, yine sizi görüyorum. Hanginizden bir iş çıkar ki bana! Nesine sevineyim bunun!” Eskiden benim müzisyen çocuklar eve gelir giderdi. En büyük arzum bir stüdyo yapmaktı. Stüdyo imkânı bulamayan yetenekli çocuklar için. Şimdi böyle bir yerim var. Mekân ayrılınca hiç öyle kalabalık olmadığım ortaya çıktı. Bu kalabalık lafından, inşallah bu röportaj beni kurtarır! Ne kalabalığıymış ya, gör gör aynı insanları görüyorum.

Erkeğin hangisi makbuldür? Yakışıklısı mı, ele avuca sığmayanı mı, sadık olanı mı?

- Ya aşkolsun Çınar! Ne biçim soru bu şimdi, ben sana ne diyeyim?

Kadınlara da geleceğim...

- Gönül gidiyor, hiç aklına hayaline gelmeyecek bir şeye savrulabiliyor. “Hangi tipleri beğeniyorsun” dersen, bilmeyen kalmadı: Kel, sportif, motosiklet de kullanırsa başımın üstünde yeri var. Mithat Can mesela, sabahları onu çok erken arıyorum diye mustarip. “Sana şahane bir manita buldum anne” dedi. Motorcu, kel, uzun boylu, acayip sportifmiş... “Ve Kazdağları’nda yaşıyor” dedi. Nasıl böyle bir algı oluştu Mithat Can’da bilmiyorum ama dedim ki: “Yürü git, çok meraklıysan cici babanla Kazdağları’nda kendin otur!” Ben metropol kadınıyım. Köy, çiftlik yapacaksam da şehrin ortasında yaparım.

Peki kadının hangisi makbuldür? Oğlunuz için bir sevgili hayaliniz var mı?

- Ben hiç öyle bir anne olmadım. Ben her zaman kadından yanayım.

Oğlunuzun sevgilisi bile olsa?

- Oğlumun sevgilisi bile olsa kadından yanayım. Kaldı ki karar tamamıyla onundur. Onun sevdiği benim başıma taç olur. O işlere müdahale etmem. Erkekle kadının doğası gereği bazı farklılıkları var. Sadık erkek mi dediniz? Doğası buna çok müsait değil. Kökü avcılıktan geliyor, soyunu devam ettirmeye programlı.

Ne soymuş bu da yahu...

- Aslında başınızın belası. Çok da acıklı. Yani beyindeki bütün kan vücudun başka bir bölgesinde yoğunlaştığı için yavrum sonradan başına büyük felaketler açacak tuzaklara düşüyor. O yüzden kadın üstündür erkekten. Doğurgan bir yaratık. Beklentisiz sevgiyi bir tek kadın tanır dibine kadar. Doğursa da doğurmasa da... Ki bir insanın en hakiki üretimi odur bence. Doğurganlık kadına çok başka hasletler yüklemiş. çok yüksek bir varlık. Annemin babamınki gibi bir evlilik, tekeşli bir hayat çok saygı duyulası bir şey. Hâlâ birbirlerinin gözünün içine bakıyorlar. Gerçek aşkı gördüm, çok nadir rastlanan bir şeyin çok yakın tanığıyım. Bu da insanın tekamülü anlamında, nefsine hâkimiyeti anlamında çok ileri bir noktada olmayı gerektiren bir şey. Bende hayranlık uyandırır daima.